Lojistiğin tarihsel gelişimine bakıldığında, pazarlama teorisinin tarihsel gelişimiyle büyük bir paralellik gösterdiği anlaşılacaktır. Lojistiğin tarihsel gelişimini ortaya çıkış nedenlerini daha iyi anlayabilmek için pazarlama teorisinin evrimiyle birlikte ele alacağız.
Pazarlama teorisi, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen olaylar, durumlar ve bu olay ya da durumları etkileyen faktörler doğrultusunda birçok değişikliğe uğramıştır. Pazarlama kavramından bir bilim olarak bahsedebilmemiz çok yakın tarihlere dayansa bile aslında pazarlama kavramı dünyada varolan en eski olgulardandır. Pazarlamanın ana konusunu alışveriş (değiş tokuş) oluşturduğundan taş devrinde yaşayan insanların dahi avladıkları hayvanları değiş tokuş yoluyla pazarladıkları ve gideremedikleri diğer ihtiyaçlarını bu yolla giderdikleri bilinmektedir. Bu bilgiler bizlere pazarlamanın savaşlardan bile daha eski olduğunu göstermektedir. Değişimin olduğu yerde pazarlamanın, dolayısıyla taşımanın ve taşımanın da lojistiğin en önemli fonksiyonu olduğunu düşünürsek; lojistik kavramının pazarlama ile birlikte doğduğunu söylemek mümkün olacaktır.
M.Ö. 2500–1500 yıllarına kadar takas yoluyla gerçekleşen pazarlama eylemleri bu tarihlerde paranın icat edilmesiyle değişim göstermiştir. Artık insanlar bir değişim aracı olarak parayı benimsemişler ve sattıkları mallardan daha adaletli bir karşılık almaya başlamışlardır. Paranın icat edilmesiyle birlikte çeşitli ticaret yolları yapılmış ve ticaretin yoğun olduğu limanlar merkezileşmiştir. Ayrıca ticaretin yoğun olduğu şehirlerde nüfus artmaya başlamıştır. Ticaret yollarının yapılması ticarete konu olan malların daha uzak yerlere taşınabilmesini sağlayabilmek içindir. Bu ticaret yollarıyla birlikte taşımacılık önem kazanmaya başlamıştır. İlk çağda Doğu Roma İmparatorluğu ve İslam devletleri ile Selçuklu ve sonra da Osmanlı İmparatorluğu içinde ticaret Akdeniz ve İpek Yolu boyunca hızla gelişmiştir.
Orta Çağ’a gelindiğinde usta-kalfa-çırak ilişkisi içinde geleneksel zanaatkârlar tarafından yapılan üretim doğrudan tüketiciye pazarlanmaya başlamıştır. Bu tarihlerde Derebeylik sınırları içinde sınırlı bir pazara hitap eden bu üretim şekli zamanla bölgesel boyutlara ulaşarak daha büyük imalathaneler halini almıştır. Artık mallar doğrudan tüketiciye değil, aracılara (tüccar aracı) satılmaya başlanmıştır. Bu dönemde dağıtım kanalları karmaşıklaşmış, taşıma ve depolama kavramları önemli sorun kaynakları halini almıştır. Artık pazarlamaya yeni bir problem boyutu olarak dağıtım kanalları da katılmıştır. Bu dönemde ülkeler çeşitli ürünlerin üretiminde uzmanlaşmış ve her ülkenin ürettiği meşhur bir ya da birkaç ürünü ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu durum da taşıma ve dağıtımın önemini bir kat daha artırmıştır.
Orta Çağ’dan sanayi devrimine kadar gelindiğinde yeni bir süreç başlamıştır. Bu yeni süreç, bir seri yeniliğin üretim alanında kullanılmasının, ekonomik, politik ve kültürel alanlara yansımasını kapsayan bir süreç olarak gerçekleşmiştir. “Bununla birlikte James Watt’ın 1765’te buhar makinesini bulması ve bunun bir enerji kaynağı olarak kullanılması, teknolojik açıdan, Adam Smith’in 1776’daki “Milletlerin Serveti” adlı eseri, ekonomi bilimi açısından, 1789 Fransız Devrimi, politik gelişmeler açısından, belirleyici dönüm noktaları olmuştur”. Böylece sanayi devrimi İngiltere’de gerçekleşen teknolojik atılım ve Fransa’daki politik devrimin bir bileşimi olarak ortaya çıkmıştır
Sanayi devrimiyle birlikte sanayi üretiminin payı çok hızlı bir şekilde artmış. Ve tabi ki bu durum pazarlama bilimini de yakından etkilemiştir. Artık üretilen ürünlerin pazarlanması da gerekmekteydi. Sanayi devrimindeki pazarlama anlayışı üretim yönlüydü ve asıl amaç ürünlerin üretilmesi ve tüketiciye ulaştırılmasıydı. Bu dönemde ürünlerin üretim yerinden tüketicilere ulaştırılmasının büyük önem kazanması taşımacılığın da büyük önem kazanmasına sebep olmuştur. Nakliye ve lojistik üzerine yapılan ilk çalışmalar da bu dönemlerde yapılmıştır.
İlk olarak 1850’lerde bir ekonomist olan Yale Üniversitesi Rektörü Henry Adams nakliye ekonomisi adlı altında bir ders açılmasını önermiştir. 1850’de Londra (ve New York)’da önemli bir kitap yayımlanmıştır:
Tüm bu gelişmelerle 1930’lu yıların sonunda yapılan pazarlama tanımı şöyledir: “Mal ve hizmetlerin üretildiği noktadan tüketiciye ulaşana kadar geçtiği kanallar ile bu geçişle ilgili olarak yapılan eylemlerin bir uyum ve bütünlük içinde ele alınmasıdır”. Bu tanımda pazarlamanın dağıtım yönüne dikkat çekilmiş pazarlama eylemlerinin ürünlerin üreticiden tüketiciye doğru akışının sağlıklı bir şekilde sağlanmasından ibaret olduğu vurgulanmıştır.
Endüstri devrimi sonrası, A.B.D.’de pazarda oluşan yüksek mal kapasitesi, dağıtım işlevinin önüne geçerek lojistik faaliyetlere ilişkin ihtiyaçları gündeme getirmiştir.
Bu gelişmelerin paralelinde pazarlama dünyasında fiyat+kalite önem kazanmaya başlamıştı. Bunun sebebi, hızlı teknolojik gelişme ile rekabetin artması ve müşteri tatmininin önem kazanmasıdır. Bu tarihlerden itibaren birçok üretici işletmenin ortaya çıkması tüketicilere büyük bir hareket serbestîsi sağlamış müşterilerin ürünlerden beklentileri sadece fiyat olarak kalmayıp kalite yönüne doğru da kaymıştır.
1980 ve sonrasındaki gelişmeler bütünleşik lojistik kavramının yerleşerek uygulama alanı bulmasına olanak tanımıştır. Girdi ve çıktı lojistiğinin birleştirilmesiyle bu fonksiyonlardan tek bir yönetici sorumlu hale gelmiştir. 1980’lerden sonra gerçekleşen düzenlemelerle, taşıyıcılarla hem girdi hem de çıktı lojistik faaliyetlerinde büyük hacimler için iyi pazarlıklar yapılmış, daha iyi hizmet alınması sağlanmıştır. Hammaddelerden yarı mamullere ve nihayet bitmiş ürünlere değin tüm sürece hâkim olma operasyonlarının daha verimli geçmesi sağlanmıştır. Satın almanın girdi lojistiğine dâhil edilmesiyle maliyetlerde önemi indirimler elde edilmiştir. Ne kadar alınacağına ve nereden alınacağına karar veren satın alma süreci girdi lojistik fonksiyonu içinde büyük önem kazanmıştır.
Bu tarihlerden itibaren hizmet sektöründe büyük patlama yaşanmış ve 1990’lı yıllara doğru gelindiğinde artık lojistik sadece malların taşınmasıyla ilgili olan basit fonksiyonel bir süreç olmaktan çıkmış, sunulan lojistik hizmetin kalitesi kavramı önem kazanmaya başlamıştır. Bu tarihlerden itibaren lojistikteki bütünleşiklik kurumsal bütünleşikliğe dönüşmüş, yönetim sistemleri ve bilgisayar yazılımları da bu yönde geliştirilmiştir. Artık bu yazılımlar sadece lojistik amaçlara değil kurumsal amaçlara hizmet etmektedir.
1990’lı yıllarda yönetim sistemleri yalnız üretim sektörünü değil tüm sektörleri (telekomünikasyon, perakende, medya, sağlık, kamu…) tüm faaliyet birimlerini (satış sonrası servis, bakım onarım, insan kaynakları, duran varlık yönetimi…) kapsar hale gelmiş ve kurumsal kaynak planlaması ERP (Enterprise Resource Planning) adını almıştır. 2000’li yılların başında özellikle internet ve çağrı merkezleri kanallarını kullanarak işletme dışı unsurlarla da bütünleşen ERP sistemleri, müşteri ilişkileri yönetimi (CRM), tedarik zinciri yönetimi (SCM) ve işletme zekâsı (BI) kavramlarını da kapsayarak ERP II konseptine genişlemişlerdir.
Günümüzün acımasız rekabet koşulları altında şirketlerin varlıklarını sürdürebilmesi, uygun kalitede, maliyette söz verilen zamanda ürününü müşteriye sunması ile mümkündür. İstenen kaliteye ulaşmak, maliyetleri düşürmek ve hızlı hareket edebilmek ancak kalite yönetim sistemlerinin kurulmasıyla mümkün olur. İyi bir lojistik yönetimi işletme için önemli oranlarda maliyet avantajı sağlar. Günümüzde büyük bir uzmanlık gerektiren lojistik fonksiyonunun her işletme tarafından etkin ve verimli bir şekilde yürütülmesi beklenemez. Günümüzde bu sorunun çözümü için işletmeler profesyonel lojistik şirketlerinden lojistik hizmet satın almaktadırlar. Bunun adı: 3. parti Lojistik (3PL)’tir.
Bugün lojistik hizmetlerde kalite çok büyük önem kazanmıştır. Lojistik hizmet kalitesinde gelinen noktada tüketiciye sunulan hizmetin güvenilirliği, işletmenin sunacağı çözüm önerileri, müşteri ilişkileri ve verilen sözün tutulması gibi konular büyük önem kazanmıştır.